13 Ocak 2011 Perşembe

SEN

En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var:
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını..


En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
biri o,
biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi..

Sana gelince...
Yazıyorsun..
Okuyorum..


Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
insanın
bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..


Ne yazık!..
Ne kadar
beraber geçmiş günlerimiz var;
senin
ve benim
en güzel günlerimiz..


Kalbimin kanıyla götüreceğim
ebediyete
ben o günleri..


Sana gelince, sen o günleri -
kendi oğluyla yatan,
kızlarının körpe etini satan
bir ana gibi satıyorsun!.


Satıyorsun:
günde on kaat,
bir çift rugan pabuç,
sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat
için...


En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...

Sana gelince...
Ne ben Sezarım,
Ne de sen Brütüssün...
Ne ben sana kızarım
ne de zatın zahmet edip bana küssün..


Artık seninle biz,
düşman bile değiliz..

N.Hikmet - 1933

16 Aralık 2010 Perşembe

Yürüyelim Seninle İstanbul'da..

Kırmızıyı sevdiğini bilseydim
hayallerim kıpkırmızı olurdu




İstanbul hala güneşin ardında
ufuklarında birkaç kara leke
birkaç kan pıhtısı dudaklarında
İstanbul hala sevimli mi sevimli
ve hala bir tomucuk tadında
yürüyelim seninle İstanbul'da


korkusuz bir rüyadır
bekler bizi Beykoz'da, Üsküdar'da
birkaç kuğu, birkaç mahzun kuştüyü
yenilgisiz bir muamma gibidir
arar buluşmayan ellerimizi
deli rüzgar yine sarhoş, hovarda




tam orada, Çamlıca yokuşunda
birkaç bulut çekelim gökyüzünden
damarlarımızdan geçirelim ve birden
bırakalım suların üzerine
sen bir defa konuş, sen bir defa gül
kumlu ebrular yapalım seninle
serpmeli ebrular, bülbülyuvası
hercaimenekşe, gonca ve sümbül






yüzün bir ay gibi parlarken gecenin ortasında
yürüyelim seninle İstanbul'da
boğaziçi mağrur türkülerini
gözlerine baka baka söyleyin
martılar üşüyünce
denizin sıcağında bulsunlar kalbimizi



anlayabilir misin
neden çıban gibi büyür bağrımda
büyür de kelebek olur bu sızı
kırmızıyı sevdiğini söyledin
bu yüzden mi günlerdir
İstanbul'da gül kokusu yayılan
tepeler kırmızı, sular kırmızı




İstanbul bilmeli ki, sahillerine
mehtabı taşıyan senin bakışlarındır
İstanbul bilmeli ki, limanlardan gemiler
önce senin yüreğine açılır
uzaklarda bir yerde
toprağı öpmek için eğilen bahçıvanın
parmaklarında hüzün
sana doğru akan nehrin
ağlayan suretidir






bir elimizde umut
bir elimizde sevda
yürüyelim seninle İstanbul'da
musiki kesilsin, tükensin yazı
çaresiz kalınca mızrap ve şiir
ozan bir kenara bıraksın sazı
ressam fırçasına neden mi kızgın
tuvalde çizgiler, renkler kırmızı
kırmızıyı sevdiğini bilince
çekilir mi artık güllerin nazı


...



Gülhane'de simit satan çocuklar
nasıl anlasınlar ellerimizin
neden böyle çekingen olduğunu
Ayasofya önünde tramvay bekleyenler
gökyüzüne dokunurken bu acı
kimdir diye sorsunlar içlerinden
birlikte yürüyen iki yabancı




biz gitsek de, İstanbul'da yine de
yıllar yılı gezinmeli bu sızı
benden bir yaralı şiir kalmalı
senden bir tebessüm, bir de kırmızı..

                            *Nurullah Genç

9 Aralık 2010 Perşembe

Lamia Hanım'a Mektuplar.. *cemil meriç

Lal Ded okyanusda yüzen bir sandal. Okyanus, aşk. Üryan, yollara düşmüş Lal Ded. Sevgiliye:


"Gök de sensin, yerde sensin!


Hem alansın, hem verensin!


Hem çiçeksin, hem derensin!"

diyor.

Mektubunu okurken o Keşmir'li dilberi hatırladım. Kelimelerinde ezeli Nur'un en muhteşem lem'aları. Birden bir vahada buldum kendimi; bir çöl akşamı ve gök kubbede gülümseyen yıldızlar. Kelimelerin mektupdan gök'e uçtu, gök'e, yani gönlüme. Kelimelerin musiki oldu. Tevrat haklı: önce kelam vardı, kelam, yani sen.



Bütün kitaplar yavan, bütün şiirler soluk, bütün şarkılar ahenksiz. Zirvelerdesin, büyük mustariplerin, büyük ermişlerin, büyük ruhların kanat çırpdığı zirvelerde. Ve kendimden utanıyorum, ben toprağım, sen arş. Ben ten'im, sen gönül. Ben alev'im, sen ışık. "Ben sen'im" diyorsun. Saçlarımı okşamak istediğin zaman, kendi saçlarını okşa. Lal Ded'i hatırladım, gerçekde Lal Ded sensin, her asırda başka bir adla tecelli etmişsin.



Leyla bir tomurcuk, sen bir muhteşem gül. Leyla bir mısra, sen bir destansın. Leyla bir kıvılcım, sen bir şafaksın. Leyla bir tecessüs, Leyla bir masal, Leyla yaşamayan, Leyla bir yarım.

Hangi sevgili seninle boy ölçüşebilir? Lamiam benim. Sen doyulmayan,sen kanılmayan, sen rüya, sen gerçek.


Romeo'yu düşündüm ve güldüm. İmtihandan geçmeyen bir sevgi, bir saman alevi. Artık yirmi beş yıl önceye dönmek istemiyorum. Senin yanında zaman yok. Elest bezminden beri dudak dudağayız, seni kaburgamdan yarattım, hayır, gönlümden yarattım, kafamdan yarattım, belki de ben senin kaburganım. Cennette beraberdik ve ismin Havva’ydı. Yirmi beş yıl önce yine beraberdik. Ad’ın bilinmeyen'di, özlenen'di..


Arzularımı susturamıyorum. Şımarığım, yaramazım, alçağım. Sel yatağına çekilmedi henüz. Mektuplarınla yaşıyorum. Garip bir hayat bu, seninle yatıyor, seninle kalkıyorum, ama yine de mütehassırım, yine de Lamiam benim, bütünüm, kemalim, zindanımı aydınlatan ışık, gözbebeğim.



Sana yolladığı kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku. Muhammed'e nasıl iman ettiklerini anlıyorum. Tek mucize kelam. Kelam, yani sen.


Sabahleyin uyandığım zaman ezanı dinliyorum, sonra şarkılar söylüyorum sana.



Öperek...




*Jurnal 1 ..
* cemilmeriç..

2 Aralık 2010 Perşembe

Ben Sana Yanarken

Gözlerine bakarken umurumda değil mevsimler


Gülüşün hep deniz kenarı bana


Sen bir adım attığında göreceksin


Elinde balonlarla bekleyen o adam benim


Aldığım en derin nefessin sen


Dudaklarının dudaklarımdaki işgali hala yüreğimde


Nefes alıyorum ama hala bulamadım seni


'ben sana yanarken şimdi...


Sen kim bilir nerede üşüyorsun' .. ?




Ceyhun Yılmaz







4 Kasım 2010 Perşembe

İstanbul

Bir simit'i böldüm ikiye ortadan..
Parmaklarımın arasından akıp giden susam parçalarıyla,
sen tütüyordun burnuma buram buram..
Yokluğun da dalıp giderken uzaklara,
irkildim simit isteyen bir martının acı çığlıklarıyla..
Şöyle bir baktım da istanbul'a..
ne puslu aşklar barındırmıştı cesurca..
ve aynı zaman da ne ayrılıkların altında imzası vardı..
kahpece...


Fatih'in istanbul'a olan aşkı mı daha çoktur,
benim sana olan aşkım mı ? diye çocukca bir müzakere yaptım kendi içimde..
sonra kendi kendime dedim ki Fatih'te kim miş ki...
İrkildim işlediğim günahın etkisiyle daha sonra..
bir daha baktım istanbul'a..
Hey gidi koca istanbul..
Ne olur altında kahpece imzan olan ayrılıklara tabi olmayalım biz..
sessizce dua ettim, gözümden düşen bir kaç damla şeffaf hüzün eşliğin de..
İstanbul'u kurtaran Fatih, beni kurtaran sensin..
Kalelerimi zapteden savaş dehası, onurlu bir kumandansın..
ve benim hayranlıkla bakakaldığım..
Zaptedilen kalelerin korunması gerekirken saldım kendimi büsbütün dehana..
Elimde Son kalan çığlıklar da anlamsızca eridi gitti bakışlarının etkisiyle..


Gece olur..
Hasret ile başbaşa verir çekiştiririz seni tatlı tatlı..
daha sonra hasret araya fitne sokmaya çalışırken bir haberin gelir..
onu paramparça yapan..
Darmadağın eden..
Ve biliyorum ki senin varlığın bile ona acı veriyor..
Bir gün yanıma gelince bir daha bize uğramamak üzere gidecek başkalarına doğru..


Gece Soğuk..
Bir dal sigaram, aklımda sen, kalbimde sen, her yerde sen...
2 yürek taşıyorum içimde biri senin biri de benim..
Soğuk gece demiştim..
Yorgan altında hayaline sarılırım, kokun çok uzakta..
dokunuyordu zaman zaman yanlızlık..
Geceleri sinsi şeytanın söylemleri kulaklarıma çarpar geçer de,
gene de alt edemez içimde ki seni..


                                     *Dedde.

B'aşk'a..

Yavaşça ayağa kalktı. Gidiyordu işte. Ardı yapacaktı beni. Sildim göz yaşımı kalktım ayağa. Her soruyu anlama çeviren gözleriyle sustu. Bana acıyarak bakıyordu. Noktası çalınmış cümle sonum gibi durdu öylece. “sana birbirinden güzel yalnızlıklar biriktirdim.” der gibiydi. Dudakları kıpırdadı, inler gibi, “çok çocuk kaldın aşka, kendi gölgesine basmaktan korkan…” diyebildi sadece.



İşte gidiyordu. Bir daha hiç dönmeyecekti. Bir daha hiç olmayacaktı. Sadece bir “gitme” çıkabildi dudaklarımdan. Yüzüme baktı ve “artık sözlerin merheme yara olmaya başlamışsa, içimdeki seni sus, içindeki beni duy.” dedi ve sırtındaki ceketimi bankın üzerine bırakarak yürümeye başladı. Son sözleri bunlar olmamalıydı! Arkasından “beni hiç almadığın hayatından böyle ucuz kovamazsın!” diye bağırdım. Geriye döndü ve “davet edilmediğin yerden kovulmazsın.” dedi.


Son sözüydü. Gitti…
 
                         *kahraman tazeoğu

Aşkname

Bütün iyi dilekler ve selamlardan sonra...
Dilenciden sultana, köleden efendiye
Hânım hey!..
Sen ki mahabbet gülistanıma revnak bağışlayanım, ejendimsin, Sen ki arzum, emelim, hicranım ve elemimsin, Ayrılığından dolayı yardım dilenmeye takatim yok senden, kapında kendini kaybedenlere gıptayla geçen ömrümde bir takate de ihtiyacım kalmadı artık. Sevgili eşiğinde ölene değil sağ kalana şaşmak gerekir, der bir bilge ama ben senden uzakta, aşkınla hasta, ama aşk sayesinde sıhhatteyim. Araya bunca yılın hasreti girmişken bir gün seni görmeye dayanabilir miyim bilmem, ama her sabah seni görüyor ve yüzünden aldığı güzellik ile insan içine çıkıyor diye güneşe, eşiğini döne dolaşa senden nur çalıyor diye her akşam mehtaba bakıyorum, bilesin. "Bugün nasılsın ey kâinatın başı dönmüş yıldızı?" diyorum ona, hasbıhal ediyorum; "Ne haldedir sevgilim, hoş mudur, sofaca mıdır İstanbullar sultanı bugün?" diye tekrar soruyorum. "Hiç benim bulunduğum yerden daha kederli bir âleme doğdun mu sen; hiç aşkta altüst olmuş bencileyin bir firkatzede üzerine parladın mı?" diye sitem ediyorum bazen... Velhasıl günlerce ve gecelerce güneşlere ve aylara durmadan ve dinlenmeden seni soruyorum, hâlâ bir haberini alamayışımı şikâyetle söylüyor, anlatıyorum. Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemeyeceğimden korkup kahroluyorum. Sonra tevbeler ediyorum. Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için.

              (*iskender pala aşknamenin arka kapağından..)